<$BlogRSDUrl$>

Çarşamba, Haziran 18, 2008

Egemenlik kavramı üzerine 

Anayasamızdaki parıltılı lafların altını kazıyınca sistemin gerçek yüzü açığa çıkacaktır. İşte, 6. maddeye bakalım.

> MADDE 6. -- Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.
> Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili
> organları eliyle kullanır.
> Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya
> sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan
> almayan bir Devlet yetkisi kullanamaz.

Türkiye'deki bürokratik vesayet sisteminin veya Türk tipi oligarşinin özü bu maddede. "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir" diye başlıyor ama sonra, egemenliğin bürokrasi tarafından nasıl kayıt ve şart altına alındığını görüyoruz. "Türk Milleti, egemenliğini, anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır" diyor. Görünüşte, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir yansıması gibi görünüyor bu madde, ama o kadar basit değil. "Yetkili organları" diyor. Şimdi sorun bakalım kendi kendinize, KİMİN YETKİLİ ORGANLARI? Bu sorunun cevabı bu anayasada yok.

İşte, "Bu anayasa çok kötü yazılmış" derken kastedilen bu! Milletin yetkili organları olabilir mi? Burada söz edilen, devletin yetkili organları. Ama oraya "devletin yetkili organları eliyle kullanır" diye yazılmamış. Ya anayasayı yazanlar, zihinlerinden geçirdiklerini kağıda dökmekten acizmişler, oraya "devletin" kelimesini koymayı unutmuşlar, ya da başka bir şey var burada, o da şu, anayasayı yazanlar, devlet ile millet arasındaki ilişki üzerine hiç kafa yormamışlar. Başka bir deyişle, devletin kurucu metni olarak anayasanın, devlet ile millet, hatta bir adım ileri gidecek olursak, devlet ile birey arasındaki ilişkileri düzenleyen bir metin olduğunu, daha doğrusu olması gerektiğini bile anlamamışlar. Adamların böyle bir derdi hiç olmamış. Biraz daha düşününce, anayasayı hazırlayanların kafasında şu denklemin olduğu yavaş yavaş beliriyor: Devlet=millet. O zaman, bu cümlede "kimin yetkili organları?" sorusunun cevabının olmayışı anlaşılır hale geliyor. Cevap: Kimin olduğunun ne önemi var, ha devletin yazmışız, ha milletin, ikisi de bir, ikisi de aynı değil mi?

Yazdıklarımı buraya kadar takip etmiş ve hala sonuca varamamışsanız ben açıklayayım. Bunun adı faşizmdir.

Şimdi, tekrar "yetkili organlar" konusuna dönüyorum. Kim bu organlar, yasama, yürütme, yargı mı? Hayır, böyle bir genelleme yapamıyoruz, öyle olsa memleketimizde başbakana küfreden bir tuğgeneral hala görevine devam edemezdi. Cümlenin başında "Anayasanın koyduğu esaslara göre" diye yazmış ya, anayasada sayılan bütün kurumlar, yani Anayasa Mahkemesi, yani YÖK, yani Türk Silahlı Kuvvetleri, hepsi egemenliğe ortak oluyorlar. Egemenliği kullanıyorlar ya, egemenliğe ortak oluyorlar. Şimdi Deniz Baykal'ın "Milli irade Anayasa Mahkemesi'nde tecelli etmiştir" sözü anlam kazanıyor. Yahu böyle bir şey mümkün olabilir mi? Milli irade bir mahkemede nasıl tecelli edebilir? İşte böyle bir anayasa maddesi olursa, egemenlik böyle yetkiyi her kullananın elinde pay edilirse oluyor. Bu rejimin adı bürokratik oligarşidir.

Burada hemen, 6. maddenin ikinci cümlesinin anayasa metnimize 1961 anayasasıyla girdiğini hatırlatayım. Milli egemenlik kavramı, TBMM kuruduğu zaman duvarına asılan "Hakimiyet bila kayd ü şart milletindir" ifadesinde kendini göstermişti. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Millet egemenliğini TBMM aracılığıyla kullanmış, Kurtuluş Savaşı'nı bu meclis yapmıştı.

Burada, siyaset felsefesi ve siyaset teorisi geleneğimizin ne kadar fakir, ne kadar yetersiz olduğu ortaya çıkıyor. Bir süredir iş icabı bu konularla ilgileniyorum, o yüzden biraz aşinayım, ama yakın zamana kadar "political philosophy" diye bir şeyin varlığından bile haberim yoktu. Bize ortaokulda Vatandaşlık Bilgisi dersinde Rousseau'nun "toplum sözleşmesi" kavramından söz ettiler, ama o derste kastedilen sözleşme, "Allah ordumuzu başımızdan eksik etmesin" üzerinde silah zoruyla yapılmış bir sözleşme imiş meğer. İş Rousseau'yla da bitmiyor ki, bunun Aristosu var Eflatunu var, Locke'u, Hobbes'u, Mill'i var, ki daha yirminci yüzyıla bile giremedik, Carl Schmitt'i, Ulrich Beck'i, Anthony Giddens'i, Habermas'ı, John Rawls'ı, Gramsci'si var, var oğlu var. O kadar konuşup duruyoruz, şu anayasa metnine bakınca insan merak ediyor, "Yahu kardeşim, egemenlik egemenlik deyip duruyorsunuz, siz ne diyorsunuz? Egemenlik nedir, egemenlikten ne anlıyorsunuz, önce buna cevap verin!" Hani egemenlik diye bir kelime uydurmuş olmasaydık, hakimiyet deyince, oradan bir felsefe dili üretebilir, hikmet, hüküm, hakim gibi kavramlarla ilişki kurabilirdik, ama egemen deyince hiçbir şey ifade etmiyor, hiçbir şey anlaşılmıyor. Sonuç itibarıyla bu madde, Çin Halk Cumhuriyeti veya İran anayasasındaki, kulağa hoş gelen maddelerden farkı olmayan, içi boş bir maddedir.

Benim anladığım kadarıyla egemenlik, özü itibarıyla bölünemez, ortak kabul etmez bir kavramdır. Oysa bu maddede egemenliğin yetkili organlar eliyle kullanılacağı ifadesi, egemenliği parçalıyor. Burada milli egemenlikten değil, olsa olsa milli egemenlik maskesi arkasında çeşitli egemen odaklar arasında yürüyen bir iktidar kavgasından söz edebiliriz.

Bu maddede egemenliğin nasıl anlaşıldığını üçüncü ve dördüncü cümlelere bakarak anlayabiliriz. Üçüncü cümlede geçen "egemenliğin kullanılması" ifadesiyle sonraki cümlede geçen "devlet yetkisi"nin kullanılmasını karşılaştırın. Sonuç: Egemenlik=devlet yetkisi. Buram buram pragmatizm ve oportunizm kokan bir sonuç bu. Buradan ne bir siyaset felsefesi çıkar, ne bir siyaset kuramı, ne de bir düşünce sistematiği. Böyle anayasası olan bir ülkede 3 cumhurbaşkanı bir kurala göre seçilir, sonra dördüncüsü gelir, kural keyfe göre değişir, 367 diye bir icat yapılır. Durum bu.

Pazartesi, Haziran 09, 2008

Bu karar asıl Anayasa Mahkemesi'nin kapanma kararıdır 

Anayasa Mahkemesi'nin anayasa değişikliklerini CHP'nin talebiyle 9'a 2 oyla iptal etmesinin ardından, "Bu karar Ak Parti'nin de kapatılacağı anlamına geliyor" türünde analizler yapılıyor. Bence bu, malumu ilamdan öte gitmeyen, önümüzdeki birkaç ayın ötesine geçmeyen, dolayısıyla orta ve uzun vadeye dair hiçbir şey söylemeyen bir değerlendirmedir. Şimdi görülmese veya gözden kaçırılmak istense bile bu karar asıl Anayasa Mahkemesi'nin kapanma kararıdır. Ak Parti bugun yarın kapatılabilir. Yerine Hakiki Ak Parti kurulur veya kurulmaz. Bu ayrıntıdır. Ama mevcut haliyle Anayasa Mahkemesi'nin devam etmeyeceği ortaya çıkmıştır. Bu ister mevcut Anayasa Mahkemesi'nin kapatılması, yerine Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin kurulması gibi "şeffaf" bir şekilde olur, ister mevcut üyelerin yanına meclis tarafından seçilecek yeni üyelerin eklenmesi ve üye sayısının mevcut üyeleri pasifize edecek şekilde arttırılması şeklinde daha "alaturka" tarzda olur. Bu yıl olmazsa seneye olur. Bu mahkemenin Türkiye'ye birkaç beden dar geldiği nicedir belliydi, ama yamalarla, söküklerle buraya kadar idare ettik. Bundan ileriye gitmez.

Üyelerini siyaset dışı, "sorumsuz" bir cumhurbaşkanının seçtiği bir yüksek mahkeme zaten bir garabetti. Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına giden yolda yapılan anayasa değişikliği ile bundan sonra cumhurbaşkanlarını halkın seçmesi referandumda kabul edilince, bürokratik vesayet rejiminin sacayaklarından birisi böylece kırılmış ve bu garabet bir ölçüde giderilmişti. Ancak ortada, bundan önceki cumhurbaşkanı tarafından seçilen, tek özellikleri bu vesayet rejiminin temsilcisi olmak olan, verdikleri kararlar, yazdıkları gerekçeler, yayınladıkları makaleler veya kitaplarla herhangi bir şekilde temayüz etmemiş, ne dünya ne Türkiye çapında hukukçu kimlikleriyle saygı kazanmamış üyelerden oluşan bir mahkeme profili hala durmaktaydı. Bu mahkemenin, geçen yıl 367 kararı gibi bir skandala imza attıktan sonra gelen 22 Temmuz seçim sonuçlarıyla bir nebze de olsa bir özeleştiri yapacağını umuyordum. Olmadı.

Anayasa Mahkemesi'nin verdiği bu karar ile Türkiye'de rejim değişmiştir. Bunun bir askeri darbeden farkı yoktur. Normalde, böyle cür'etkar bir davranışın bir siyasi bedeli olması gerekirdi. Şimdi bu bedeli kime keseceğiz? Ahmet Necdet Sezer'e kesmeye kalksak, nasıl keseceğiz, adamcağız Gölbaşı'ndaki villasında emeklilik günlerinin tadını çıkarıyor. Bu, çok daha ağır bir bedeldir. Onu seçen siyasi partilere kessek, zaten ANAP'ı, DSP'si siyasi mevta olmuş, Fazilet Partisi kapatılmış, Fazilet milletvekillerine Sezer'e oy verme baskısı yapan Erbakan Altınoluk'ta ev hapsinde, Sadi Somuncuoğlu yerine Sezer'e oy veren MHP'nin başında Devlet Bahçeli bir şaşkın ve gafil adam, kendi teklifiyle yapılan bir anayasa değişikliğinin iptali sonucunda iktidar partisinin kapatılmasına yol açan ama partisinin başında siyaset yapmaya devam eden bir figüran... İşte, böyle siyaset dışı cumhurbaşkanı seçilirse, siyasi bir bedel böyle ortada kalır.

Sonuç olarak bu karar, bürokratik vesayet rejiminin son çırpınışlarıdır. Türkiye değişmektedir, bütün dirençlere rağmen bu değişiklik ilerlemektedir. Sivil anayasanın bu meclis tarafından kabul edilip halkoyuna sunulması en kestirme ve acısız yol olacaktır. Bunun yapılamaması ancak ülkeye zaman kaybettirir. Eğer AB müzakere sürecimiz devam edecekse, zaten biz yapmazsak AB ilerleme raporu (çok şükür!) bunu bize dayatacaktır. Bu meclis olmazsa bir sonraki meclis sivil bir anayasayı mutlaka gündeme alacaktır. Türkiye için barış, refah ve ilerlemenin başka yolu yoktur.

Tartışmanın vakti gelmiştir: TBMM Anayasa Mahkemesi'ni kapatsın, yerine Anayasa Yüksek Mahkemesi'ni açsın! 

[Bu yazı, 22 Mayıs 2008 tarihinde, Yargıtay bildirisinin ardından, Anayasa Mahkemesi'nin 5 Haziran 2008 kararından önce yazıldı.]

Ak Parti'ye açılan kapatma davası ve ardından yaşanan siyasi gelişmeleri üzüntüyle izliyorum. Tam 2007 Nisan'ında yaşanan e-muhtıra ve Anayasa Mahkemesi'nin 367 kararı skandallarının kabusundan 22 Temmuz seçimleriyle uyandığımızı sanmıştık, bu sefer Doğan grubu medyasının Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığına karşı yürüttüğü psikolojik harekata takıldık. Tam Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle birlikte bir normalleşme atmosferine gireriz diye bekliyorduk, bu sefer başörtüsüyle ilgili anayasa değişiklikleri hakkında açılan iptal davası ve üniversitelerdeki keyfi ve yasakçı uygulamalar, ardından Ak Parti'ye açılan kapatma davası bozdu moralimizi. Bu kadar kötü hazırlanmış bir iddianame, böyle siyasi bir dava, yargının bu denli haddini aşması, Ak Parti'yi ve Erdoğan'ı bitirme adına Türkiye'nin bu denli pervasızca bir kaos ortamına sürüklenmesi... Bunları aklım almıyor. Bu yola girenlerin ülkeye ne büyük bir ihanet içinde olduklarını nasıl göremediklerini anlayamıyorum. Şimdi de yüksek yargının bildirileri çıktı.

Asker üzerinden sonuca gidemeyen karanlık çevrelerin şimdi de yargı yoluyla rejimi dinamitlediklerini görüyoruz. Dikkatimi ilk defa, Avrupa Komisyonu'nun 2004 yılı Türkiye ilerleme raporunu okuduğumda çekmişti, o zaman "bu yargıyla AB yolunda daha çok işimiz var, hadi siyasetçiler er ya da geç, AB yolunda ilerleyen bir Türkiye'de işlerin al takke ver külah şeklinde yürüyemeyeceğini görürler veya görecekler, ama Avrupa'dan, dünyadan bihaber yargımızı nasıl adam edeceğiz?" diye düşünmüştüm. Daha önceleri, adli yıl açılışlarında yapılan kimi konuşmalarda, yüksek yargı üyelerinin, Barolar Birliği çevresindeki kimi avukatların Anıtkabir'e cüppeleriyle çıkıp bütün olarak siyaset mekanizmasını şikayetlerini gördüğüm zaman, "Canım bırakalım, adamlar fikirlerini ifade etsinler, deşarj olsunlar, ne zararı var?" diye düşünürdüm çoğu zaman. Ama, Ak Parti'ye kapatma davası açmak gibi pervasız bir adımı atacaklarını hiç tahmin edemezdim. Adını koyalım: ciddi bir yargı sorunumuz var ve orta vadede çözümü çok zor bir sorun bu.

Bu arada, 2000 yılında mecliste Sadi Somuncuoğlu gibi siyasi çizgisi herkesin malumu olan bir ismi seçmek yerine Ahmet Necdet Sezer gibi ne idüğü belirsiz bir silik devlet memurunu cumhurbaşkanlığına getiren siyasetçilerin, başta kendi ikbali için 5+5 için bile milletvekillerine baskı yapan Erbakan olmak üzere, ne vahim bir hata yaptıklarını görmeliyiz. Bugünkü Anayasa Mahkemesi kompozisyonu, Sezer'in eseridir. Osman Paksüt, Türkiye'nin Bağdat Büyükelçiliği'ni yapmış bir diplomattı. Bu adamın bir hakimlik geçmişi yok, hukuk üzerine basılı bir kitabı, bir hukuk adamı kimliği yok. Hukuk Fakültesi mezunu diye 2003'te Irak'a gönderilecek kadar dışişleri bürokrasisinin göbeğine girmiş bir adamın Anayasa Mahkemesi'ne nasıl olup da üye seçilebildiğini ve başkanvekilliğine kadar yükselebildiğini aklım hafsalam almıyor. Böyle bir mahkemeye nasıl saygı duyabilirim? "Canım olan oldu, artık 2000 yılındaki hesapların ne önemi var?" demeyelim, bundan sonra gözümüzü açık tutalım. Sezer olayından çıkarmamız gereken ders, Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı olması gerektiğiydi, ama hala Abdullah Gül yerine etkisiz, silik bir ismin neden cumhurbaşkanı yapılmadığı konu edilebiliyor. Bugün Sezer tıynetli birisi cumhurbaşkanı olsaydı yaşayacağımız kaosun çok daha ağır olacağı açıkça ortadadır. En azından, "Ak Parti kapatıldıktan ve Erdoğan'a yasak geldikten sonra, Erdoğan bağımsız milletvekili olsa bile, cumhurbaşkanın ona hükümeti kurma görevi vereceği ne malum?" gibi bir saçma sapan, ülkeye hiçbir fayda getirmeyecek, ihanet kokan bir soru karşısında içimiz rahat, çünkü Çankaya'da Gül oturuyor. Orada Nimet Çubukçu, Hilmi Özkök veya sarışın güzel bir kadın otursaydı, bir de milli iradeye karşı kurulacak bu tip komplolarla uğraşmamız gerekecekti.

Hükümetin sergilediği "Bekle, gör" politikası gütmesi, kurbanlık koyun gibi boynunu bükerek Anayasa Mahkemesi kararını tevekkülle beklemesi beni üzüyor, çünkü bu şekilde aşağılanan ve etkisizleştirilen, aslında hükümet değil, bütün bir Türkiye, Türkiye'de seçimle tecelli eden milli irade. Hükümet parti kapatma gibi siyasi bir kararı hakimlerin elinden alan ve Ak Parti'nin kapatılması yönündeki senaryoları kesin olarak bitiren bir anayasa değişikliğini veya sonbaharda üstünde o kadar fırtına kopartılan sivil anayasa taslağını derhal referanduma sunmalıydı. Bunu yapamıyorduysa, istifa edip acilen erken seçime gitmeli, kendisine kurulan komployu seçim sandığında parçalamalıydı. Erdoğan'ın bu yola neden gitmediğini anlamıyorum. Ölümle veya şeref ve haysiyetini beş paralık edecek bir şantajla mı tehdit edildi, bilemiyorum. Belki de büyük bir fedakarlık yaptığını düşünerek böyle davranıyor. Ama her hal ve şartta, özgürlük alanını genişletecek bir hamle yapması, bütün fedakarlığını bu hamleye hasretmesi gerekirdi.

Ak Parti'nin kapatılmasını isteyen çevreler ve yüksek yargı tarafından, Ak Parti'ye açılan kapatma davasına, iddianameye ve genel olarak yüksek yargıya getirilen eleştirilere gösterilen tepkileri haksız ve ahlaksız buluyorum. Yargı kararlarına saygı duyarım ve uygulanmalarına sonuna kadar varım, ama bu kararların eleştirilemeyeceğini kabul edemem. Hele Yargıtay'ın, başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliğine karşı çıkmasına ve kendini yasama organının yerine koymaya çalışmasına, çok daha üst perdeden tepki gösterilmesi gerekiyor.

Evet, artık "TBMM Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay'ı kapatabilir mi?"yi konuşmamızın vakti gelmiştir. "Ak Parti kapatılır, Erdoğan'a yasak gelirse, yeni parti kurulur, Erdoğan bağımsız milletvekili olarak meclise girer ve hükümeti kurar" gibi abuk sabuk, akla mantığa ziyan senaryoları konuşmak yerine, şu senaryoyu konuşmak çok daha sağlıklıdır:

"Meclis derhal toplansın, Anayasa Mahkemesi'yle ilgili anayasa maddelerini iptal etsin, "Anayasa Mahkemesi kapatılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bütün üyeleri emekliye sevkedilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi kurulmuştur. Anayasa Mahkemesi'nde görüşülmekte olan bütün davalar Anayasa Yüksek Mahkemesi'ne devredilmiştir. Anayasa Yüksek Mahkemesi'nin üyeleri meclis tarafından şöyle seçilir, görev ve yetkileri şunlardır" diye bir anaysa değişikliği yapılsın"

Dikkat edin, "Meclis yüksek yargı organlarını kapatsın" demiyorum, şu anda böyle bir pozisyonu da savunmuyorum. Tartışma, meclisin böyle bir gücü ve yetkisinin olup olmadığıdır. Benim bu konudaki cevabım ise kesin ve net: Evet, meclisin Anayasa Mahkemesi'ni kapatmaya hem gücü hem de yetkisi vardır!

Bütün bu tartışmalarda Adnan Menderes'in 1960 öncesinde meclise hitaben söylediği "Siz dilerseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz" sözünün niye yer almadığını da anlamıyorum. Adnan Menderes bu sözüyle şüphesiz meclise hilafeti geri getirme çağrısı yapmıyordu. Sadece meclisin neye muktedir olduğunu vurguluyordu, ama bu cesaretinin bedelini darağacında sallanarak ödedi. Türkiye'deki vesayet rejimini sona erdirmek için mücadeleye, demokrasi şehidi Adnan Menderes'in bıraktığı noktadan devam etmemiz lazım. Evet, TBMM dilerse hilafeti bile geri getirebilir, Anayasa Mahkemesi'ni bugün kapatır, yarın Anayasa Yüksek Mahkemesi diye yepyeni bir mahkeme yaratır! Yargıtay'ı bugün lağveder, yerine Yüksek Yargıtay'ı kurar. Danıştay'ı kapatır, Yüksek Danıştay'ı açar. Pervez Müşerref bunu Pakistan'da yaptı, ama Müşerref askeri darbeyle işbaşına gelmiş bir despottu. Pervez Müşerref yaparsa yargıya müdahale olur, kabul edilemez, ama TBMM yaparsa olmaz! Ben böyle düşünüyorum, ama görüldüğü üzere Pervez Müşerref hala iktidarda ve yaptığı yanına kar kaldı. Ama biz, TBMM anayasa değişikliği yapabilir mi, Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal edebilir mi, bunları tartışıyoruz. Yani Pervez Müşerref yapıyor, TBMM yapamıyor. Yazık!

Dediğim gibi, Türkiye'nin yargı sorunu çok büyük bir sorundur ve büyük sorunlar büyük çözümlere ihtiyaç duyarlar. Yine yakın tarihimize bakalım ve 1933 üniversite reformunu hatırlayalım. 1933 yılında, İstanbul Darülfünunu'nun Türk İnkılabı'na ayak uyduramadığı görülünce, tam bir "Aç-Kapa!" daha doğrusu "Kapa-Aç" operasyonu yapılmıştı. Darülfunun kapatıldı, yerine İstanbul Üniversitesi kuruldu. Bu arada, tek tek atmakla başedilemeyecek bir sürü darülfunun hocasının da işine son verilmiş oldu. Görüldüğü üzere, inkılap işi tereddüde, yalpalamaya mahal vermiyor.

Türkiye'de siyasi tartışmaları, siyasetçilerin kelleleri üstünde kapatma davaları ve siyasi yasakların sallandırılması söyleminden acilen kurtarmalıyız. Medyaya, bürokrasi aygıtına, yüksek yargıya, askere ve kendini milli iradenin üstünde ve ülkenin gerçek sahibi olarak gören her türlü güç odağına hadlerini bildirmeliyiz. Seçimden seçime oylarıyla konuşan seçmenin karşısına böyle müstehzi bildirilerle çıkanlarla konuşmanın yolu, alttan almak değil, yüce meclisin yüceliğini hatırlatmaktır.

Cuma, Temmuz 08, 2005

Londra Saldırıları: Son Gelişmeler 

Amerikan ABC News'in haberine göre, İngiliz resmi kaynakları, patlayan 4 bombanın yıkıntıları arasında, patlamamış 2 bomba düzeneği daha bulduklarını bildirmişler. Ayrıca, bombaların uzaktan kumandayla patlatıldığı düşünülüyormuş. Otobüsteki patlamanın bir intihar saldırısı olabileceğinden söz ediliyordu, ancak ABC News'in bu haberi, eylemlerin hiçbirinin intihar saldırısı olmadığını bildiriyor. Öte yandan, Independent'deki bir haberde, bombalardan birinin patladığı otobüsün alt katındaki bir yolcunun ifadelerine yer verilmiş. Bu yolcu, 25 yaşlarında "zeytin tenli" ve "sürekli çantasına uzanıp duran ve heyecanlı görünen" bir gencin davranışlarını garip bulmuş. Tabii bu ve benzeri görgü tanığı ifadeleri, şu aşamada bizim gibi konuyu uzaktan takip edenler için hiçbir anlam ifade etmiyor. Sonuç itibarıyla, İngiliz resmi makamları soruşturmayı tamamlayacaklar ve bulgularını kamuoyuyla paylaşacaklar. Ama, acaba gerçekten ne olup bittiğini söylüyorlar mı, yoksa "terörizme karşı savaş"ta bu bombalama eylemleri gibi eylemlerin soruşturması da birer propaganda malzemesi mi, kestirmek çok güç.

El Cezire televizyonunun İngilizce web sitesindeki bu haber, Arap dünyasında saldırıları kınayan tepkileri sıralıyor. 11 Eylül saldırılarının ardından sokaklarda sevinç gösterileri yapan Filistinli haberlerinin büyük tepki çekmesinden sonra, başka türlüsü de beklenemezdi.

Bu eylemleri hangi örgütün gerçekleştirdiği hala belli değil. Nasıl İspanya'da ETA'dan şüphelenildiyse, İngiltere'de de IRA'dan şüphelenilmesi normal. Ancak IRA, genelde maddi hasar veren bombalama eylemleri yapardı ve bomba patlamadan önce, bir şekilde eylemi duyururdu. Eylemin El Kaide veya El Kaide sempatizanı bir yerel grup tarafından yapıldığı şu anda en güçlü ihtimal.

Öte yandan, çeşitli haber kaynakları, El Kaide'ye yakın bir web sitesinde eylemi "Avrupa'da Cihat için Gizli El Kaide" adlı bir örgüt adına üstlenen bir bildiri yayınlandığını duyurdular. Bu siteye şu anda erişilemiyor. Ancak, Amerikalı gazeteci Chris Albritton'un Back to Iraq adlı haber blogunda bu bildirinin İngilizce çevirisi yayınlandı. Dün BBC World kanalına konuşan ve El Kaide vb örgütleri izleyen bir Suudi gözlemci, bildiri metnindeki Arapçanın zayıf olduğunu, hatta zikredilen bir ayet metninde bir hata olduğunu, El Kaide'nin ise Kur'an'dan alıntı yaparken çok dikkatli davrandığını, dolayısıyla bu bildirinin sahte olabileceğini söyledi. El Cezire'nin bir haberi de aynı doğrultuda.

Perşembe, Temmuz 07, 2005

Haloscan commenting and trackback have been added to this blog.

Londra'daki Terör Saldırıları Ne Mesaj Veriyor? 

Bu sabah Londra'da, sabah trafiğinin yoğun olduğu saatlerde, toplu taşıma araçlarına yönelik 6 patlama oldu (8/7/2005'de eklenen düzeltme: Patlamaların sayısı 6 değil 4). Ölü sayısının 40'a yükseldiği bildiriliyor.

Olay henüz çok sıcak, ayrıntılar netleşmiş değil. Ama bugün, saldırıların yapıldığı bölgeye yakın bir yerde İsrail Finans Bakanı ve eski başbakan Benjamin Netanyahu'nun bir toplantıya katılacak olması insanın kafasını karıştırıyor. Ireland Online'daki bir habere göre, Scotland Yard saldırılardan çok kısa bir süre önce Londra'daki İsrail büyükelçiliğini aramış ve saldırı ihbarı aldıklarını bildirmiş. İsrailliler de Netanyahu'nun toplantısını hemen iptal etmişler. Öte yandan, İsrail Dışişleri Bakanı, saldırıdan önce büyükelçiliğin uyarıldığı bilgisini yalanlamış. "Bir olayın içine de İsrailliler bulaşmasa olmaz sanki!" diye düşünmeden edemiyor insan.

Patlamaların G8 zirvesi devam ederken ve 2012 olimpiyatları Londra'ya verildikten bir gün sonra gerçekleşmiş olması da dikkat çekici.

Patlamalara tanık olanların Guardian'ın bloguna yazdıklarına göre, sabahleyin metroda bir arıza yaşanması nedeniyle çok sayıda insan, farklı ulaşım araçlarını kullanmak zorunda kalmış ve bu da şehir trafiğini iyice kalabalıklaştırmış. Acaba, Londra metrosundaki arıza da terörist saldırılarla ilgili mi?

İlginç bir şekilde, terör saldırılarının ardından petrol fiyatlarının 60 doların altına gerilediği görülüyor. Bloomberg'in haberine göre bu durum, 11 Eylül saldırılarından sonra yaşananlara uyuyor. Terör saldırıları, havayoluyla seyahatleri azaltıyor, insanlar güvensizliğin hakim olduğu bir ortamda tüketimlerini kısıyorlar. Böylece petrol talebi düşüyor. Bugün petrol fiyatlarındaki düşüş, bu etkilerin gerçekleştiğini göstermiyor, sadece petrol alım satımıyla uğraşanlar, terörist saldırıların böyle bir etki yapacağını öngörüyor olmalılar.

11 Eylül'den sonra, özellikle İngiltere'nin ABD'nin Irak'ı işgaline verdiği desteğin ve Madrid saldırılarının ardından, İngiltere'de büyük bir terör eylemi, uzun süredir beklenen bir şeydi. Yine de, beklenti başka, böyle bir saldırıyı yaşamak başka.

Bu saldırının ardından İngiltere'de Müslümanlara karşı kamuoyundaki tavrın olumsuzlaşacağından, hatta ırkçı ve yabancı düşmanı grupların çeşitli saldırılarda bulunacağından endişeliyim. Öte yandan, bu terör eylemlerinin Türkiye'nin AB üyelik sürecini de etkileyeceğini şimdiden söyleyebiliriz. İngiltere, Türkiye'ye açıktan desteğini sürdüren az sayıdaki AB üyesi ülkenin belki en önemlisiydi, hele AB başkanlığını bu dönem üstlendiği ve müzakerelerin 3 Ekim'de başlayacağı gözönüne alınırsa. Henüz yorum yapmak için çok erken ama bu terör saldırılarının pek de hayırlı sonuçlar getirmeyeceğini hissediyorum. Mevla hayreylesin.

Pazartesi, Haziran 06, 2005

Haloscan commenting and trackback have been added to this blog.

This page is powered by Blogger. Isn't yours?